Bayram tatilinin son günü taş döşeli yolu takip edip vadiye indiğimde hava iyice
kararmıştı. Köyün doğusundaki bu vadi genel olarak söğüt, kavak, yaban eriği,
gilaburu ağaçlarıyla kaplıdır ve dereyle birlikte uzayıp gider. Vadinin
ağaçlanmaya başladığı yerde, derenin üstünde beton bir köprü ve köprünün
biraz ilerisinde ise çeşme vardır. Suyunun halen aktığını anlayınca çeşmeye
kadar yürüdüm. Siğim siğim akan oluğuna eğilip su içtikten sonra elimi yüzümü
yıkadım ve doğruldum. Çeşmenin arkasındaki benim de tam karşımda duran
kaya parçasını görünce “Hey gidi günler hey!” diyerek derin bir iç çektim. Asırlık
çeşme sırtını yerli bu kayaya dayıyordu. Suyu da kayalığın derinliğinden
geliyordu. Herkes gibi ben de eski günlere ve o günlerde burada yaşadığım tatlı
anılarıma özlem duyduğum için dayanamadım ve çeşmeden de bir metre
yüksekteki o kaya parçasının önüne çıktım. Kayanın düz yüzeyinde ismim
yazılıydı. Harfleri avuç içimle tek tek siliyorken aradan yirmi sekiz sene geçtiğini
hesapladım. Adeta o günü, yani kayaya adımı kazıdığım günü yeniden
yaşıyordum. Yıllar önceydi. Varlığımı birine gösterebilmek için küçük bir taş
parçasıyla vura vura adımı oraya kazımıştım.
Çeşmeyi besleyen su kaynağının üstüne dökülmüş betonla kaya arasında bir
kıçın sığabileceği kadar çıkıntı vardır. Önceden arkadaşlarla buraya gelir, oturur,
saatlerce dertleşir geri dönerdik. Yine aynını yapıp çıkıntıya oturdum. On metre
mesafede sağımda bulunan sarı sokak lambasının aydınlatmaya çalıştığı gece
karanlığında etrafı seyre daldım.
Karşımda çocukluk ve gençlik yıllarımda top koşturduğum bir avuç çimenlik,
solumda Kızlar Konağı’na çıkmadan hemen beride bulunan kimsesiz bir elma
ağacı, hemen önümde ise kurumuş kıvrımlı bir dere vardı. Çimenlik kocamış
söğüt ağaçlarıyla çevriliydi. Ağaçlar adeta ihtiyarlıktan beli bükülmüş koca
karıları andırıyordu. Burada yapılan maçların en heyecanlı anı alakasız bir vuruş
olurdu. Eğer şutun kötüyse top dereye kaçar ve böylece topu çıkarabilmek için
tatlı bir koşuşturma başlardı. Top eğer dereye kaçmışsa o şutu çeken kişiye ‘git
ayağını Arap Yayha düzeltsin’ denilir, güya o arkadaş cezalandırılmış olunurdu.
Arap Yahya, köyümüzün demirci ustasıydı. Demire şekil verdiği için ayağı düz
olmayanlara ona gitmesi önerilirdi. Ha birde topun dereye kaçmasıyla başlayan
peşinden koşma atraksiyonu olurdu ki, bu anlatılmaz ancak yaşanırdı. Çimenlik
saha olur, onu çevrelemiş söğüt ağaçları tribün, ağaç yaprakları da seyirci. Bizim
maçlar binlerce seyirci önünde oynanırdı.
Hemen önümdeki şu dere şimdilerde kurumuş olsa da önceleri coşkulu
akıyordu. Öyle ki derin yerlerinde yüzmek amacıyla gölekler kurulurdu. Bahar
yağmurlarıyla gelen kumu kimilerine cigara parası olurdu. Ellerinde tokaçlar,
karı kız derede yün yıkardı. Yani kıvrımlı bu dere bir zamanlar yeşillikler içindeki
vadinin adeta hayat kaynağıydı.
Dimağımda bu hatıralar geziniyorken gecenin sessizliği ileriden gelen sitemkâr
bir sesle bozuldu:
“Köprülerde kurulsa, oturaklarda konulsa, yola taş da döşense; umurunda değil.
Ben eski beni özlüyorum"
Bu Kızlar Konağı’na çıkıyorken başlayan rampanın hemen başında, sağ taraftaki
kimsesiz Yaşlı Elma ağacıydı. O da derin bir iç çekmiş ve geçmiş günlere olan
özlemini dile getirmişti.
Şimdi de önümdeki çeşme konuşmaya başladı. Sarkmış göz kapaklarını zorla
kaldırarak elma ağacına cevap verdi:
"Hadi oradan yaşlı bunak! Sen eski günlerin neyini özlüyorsun? Zirvende kalan
birkaç elmayı düşürebilmek için yediğin onlarca taşı, taşın gövdende açtığı
yaraların acısını ne çabuk unuttun?”
Tavşan başına benzeyen meyvesi olgunlaştığı zaman genellikle zirvesinde tek
tük kalırdı. Kalan o elmaları düşürebilmek için gelen geçen herkes bulduğu taşı
ağaca atar ve elmayı düşürebilme uğruna onun yaralanmasına sebep olurdu.
Kocamış bu ağaç şimdi yediği onca taşın acısını unutup eski günleri özlemle yâd
edince, çeşme adeta onunla alay ederek acı dolu hatıralarını hatırlatmıştı.
Çeşme ve ihtiyar elma ağacının kendi aralarındaki tatlı bu atışmaları hoşuma
gitti. Bir ona bakıyordum bir diğerine.
Elma ağacı:
"Ülen caggavu! Belki o günlerde canım çok yanmış olabilir ve ben de bu acıya
isyan etmiş olabilirim. Fakat şimdi geriye baktığımda bu köyün birkaç nesil
çocuğunun mazisinde küçücük de olsa yer aldığımı görüyorum. Her birinin tatlı
anısı arasında mutlaka ben de varım. Bu da acılarımı unutturup beni mutlu
ediyor.”
Otları pürüşmüş çimenlik araya girdi ve elma ağacına:
"Sende ne hatırası var bu köyün çocuklarının söyle bakem. Attıkları üç beş taş
hepsi o kadar. Ahanda şurada (göğsünü gösterdi) yıllarca top oynadı uşaklar.
Yaşı kaç olursa olsun hepsinde hakkım var benim. Anı desen bende, hatıra
desen bende. Öyle değil mi ülen Dere!”
Dere lafı alır da durur mu:
“Keşke o günler tekrar gelse arkedaşlar!”dedi. Sonra jest ve mimikleriyle
komiklik yapıp: “Topun suyuma kaçtığı anda peşinden koşuşturmaları çok komik
olurdu. Şöyle koşarlardı” dedi ve koşan çocuk taklidi yaptı. Sonra: “Hele kara
lastiklerinin içine su girdikten sonraki halleri var ya aklıma geldikçe gülüyorum.
Suyla dolu lastiğe bastıkça ‘vıcık vıcık’ diye çıkan sesin arkasına ne koşarlardı
be!” diye bitirdi.
Derenin anlattığı bu anı hepsini güldürdü…
Sonra çeşme yeniden lafa girdi:
"Övünmek gibi olmasın ama hava karardığı zaman benim misafirim eksik
olmazdı. Dertleşmeye gelenler bende, türkü söyleyenler bende, aşık olup aşık
olduğunu söyleyemeyenler bende, iki tek atmaya gelenler bile bendeydi... Ohoo
kimler gelirdi kimler. Peki ya şimdi? Ne gelenim var ne de gidenim...”
Çeşme adeta hüzünlenmişti. Gözleri buğulandı.
Yaşlandığının farkında olmayan elma ağacı omuzlarını silkeleyerek konuşmak
istediyse de başaramadı. Kötü, hastalığı andıran kısılmış bir sesle:
“Senin yine gelenin oluyor. Baksana; şimdi bile misafirin var. Ya biz? Asıl bizim
ne gelenimiz var ne de gidenimiz. İnsanlar artık hatıralarına bile sahip çıkmıyor.
Bazen bana taş atanları gelip geçen arabaların içinde görüyor onları tanıyorum.
Durup bir selam bile vermeden önümden geçip gidiyorlar. Oysa bana zarar
vermiş olsalar bile ben o masum çocukları ve onların çocuksu heveslerini
özledim biliyor musunuz?”
Çimenlik:
“Haklısın ihtiyar! İtiraf etmeliyim ben de o günleri çok özledim. O zamanlar
çocukların top oynadığı buralarda şimdi in ve cin oynuyor o topu…”
Dere:
“Ve her geçen gün birer birer yok oluyoruz maalesef.”
Çimenlik:
“Evet, önce benim icabıma baktılar. Neymiş efendim ‘burada top
oynanmayacakmış’. Vicdansızlar bir köşemden diğerine, çaprazlama, hem de
traktörle iki kocaman çizik attılar. Aslında farkında bile değillerdi kalbimi
yaraladıklarının ve tüm bunlar yetmezmiş gibi bana yıllarca gölge olmuş,
çocukların tribünü o söğüt ağaçlarını kestiler birer birer…”
Dere:
“Sonra bilinçsiz kullanımdan dolayı beni kuruttular. Maalesef insanlara
direnemediğim için bu haldeyim. Sonra elma ağacı yaşlandı. Ha bu gün, ha
yarın; belki o da odun için kesilecek. Derken sıra çeşmeye de gelecek.”
Çeşme:
“Doğru dürüst yağış olmadığından olsa gerek suyum günden güne azalıyor.
Oysa bu su; kuşların, otların, yabani hayvanların yani doğanın hayat kaynağı.
Canımız her şeyimiz bu su. Canımın usul usul çekildiğini hissedebiliyorum
arkadaşlar. Ve belki bir gün bende yok olup kurumuş bir çeşme olarak burada
kalakalacağım ve kimse bana selam vermeyecek.”
…Burada gecelerin sessiz geçtiğini düşünüyordum, oysa yanılmışım. Yeşil rengin
yardım çığlığı, duymak isteyene rahatlıkla duyulabiliyormuş. Önü sonu
düşünmeden dereler üzerine köprülerin kurulmasından, çeşme gözlerine beton
dökülmesinden, çimenliklerin can damarına oturaklar konulmasından, yakacak
için ağaçların devrilmesinden kimlerin mutlu olduğunu kimlerin ise acı çektiğini
şimdi daha iyi anlayabiliyorum.
Bir zamanlar kuş cıvıltılarının sardığı vadinin bu günlerde sessizce haykırdığı
çığlığı yüreğimde hissettiğim anda ayağa kalktım ve yeniden yola indim. Birazcık
konfor uğruna doğanın heder ediliyor olmasının dinmez acısını yüreğime alarak
dudağımda şu sözcüklerle oradan ayrılmak zorunda kaldım:
“Bir zamanlar güzeldi bizim buralar,
Tebessüm ediliyor, canlanınca tatlı anılar.
Şimdilerde yardım diye haykıran,
Dereler, ağaçlar, kuşlar;
İnsan olabilir miyiz diye bekliyorlar. “