Çekimlerden dönüyordum. Nefeslenip demli bir bardak çay içmek amacıyla Anadolu’nun tam ortasına düştüğünü tahmin ettiğim küçük bir köye girdim. Köyün içindeki kahvehanenin önüne gelince “Kim bu herif?” dercesine atılan bakışlardan bir tanesi “Gel bakalım bu yana beyim kimsin hele?” dedi. Bastona düşmüş üç tane ihtiyar güneşe karşı oturuyor birbirleriyle hiç konuşmuyordu. Şaşırmadım desem yalan olur. Ege şiveme arsızlığımı da ekleyip “Söyleyiver amca.” dedim ve bir sandalye çekerek adamın yanına oturdum. “Nerden gelirsin ne iş yaparsın?” diye sordu. Haberci olduğumu, belgesel çekimlerinden döndüğümü anlayacağı dille anlattım. Yaptığım işi ve özellikle “televizyon” sözcüğünü duyunca ayağa kalktı. Ani bir hareketle sandalyesini çevirerek ters bir şekilde yeniden oturdu ve “Zamanın beherinde…” diyerek giriverdi lafa. Bu arada çayım da gelmişti. On yaşlarında olduğunu söyleyip o günlerde başından geçenleri anlatmaya başladı. “Yıl 1914. Cihan Harbi başlamış ve cepheye gidenlerin dönmediği günler… Aradan epey zaman geçse de unutamıyorum biliyor musun? Zabitlerin köye gelip babamı götürdüğü o gün asla aklımdan çıkmıyor. Ondan bize kalan tek miras; zabitin “Çanakkale’ye sevk” lafı oldu. Allah ağıtlar yakılan o günleri bir daha yaşatmasın. Karşıda koca reis gibi duran dağı görüyor musun? Biz ona Akdağ deriz. Bizim köy Akdağ’ın önüne serpe serin serilen küçücük tepenin yamacına kurulu ve sayılı üç beş kerpiç damdan oluşur. Bu köy o günlerde matem sessizliğine bürünmüştü. Çünkü eli silah tutan kim varsa hepsini toplayıp götürdüler. Babamı da… Adı Osman’dı. Hatırladığım kadarıyla yirmi beş yaşlarında anca vardı. Saçı, sakalı, bıyığı gür ve kapkara bir adamdı. Cevval mı cevval, güçlü mü güçlü. Babasından kalma üç beş dönüm tarlayı eker nafakamızı çıkartırdı. Anamla izdivaçlarından üç oğlan çocukları olmuş. Üç gardaşız, bacımız yok. En büyükleri benim. Babamın “Kalın sağlıcakla!” dediği gün, benim küçüğüm Ali sekiz, onun küçüğü Abdullah ise altı yaşındaydı. Gözleri görmeyen ebem ise seksen küsüründe bakımını anamın gördüğü meşe kütüğümüzdü. Neyse, gel zaman git zaman aradan dört sene geçti geçmesine de o seneleri gel bana sor. Babamdan haber alamamıştık. Okuması yok yazması yok ama yine de iki satır mektubunu beklemiştik günlerce. Belki bir selamı gelir diye umduk aylarca… En çok da anam beklemişti. “Şehadete erse elbiseleri ve künyesi gelir” der babamın döneceğine olan umudunu diri tutardı. Anamın adı Zarife. Güzelliğini civarda bilmeyen yoktu. Sabırla bekledi yıllarca babamı. Ancak son zamanlarda anamın huzursuz olduğunu fark etmiştim. Kaç defa ağzını aradımsa da tek bir laf alamamıştım. Yine o günlerde dikkat çeken başka bir hadise de gözlerden kaçmadı. İmtiyazlı olduğu için askere gitmeyen, allem edip güllem edip hülle yoluyla çaldığı topraklarda sahipsiz köylüyü karın tokluğuna çalıştırıp onların emeğini sömüren civarın ağası köye sık gelip gider olmuştu. Önceleri buna bir anlam verememiştim fakat sonradan öğrendim ki ağa anama talip olmuş. Anamı gördüğü yerde “Seni alacağım” diyormuş. Anamın gönlü ise halen babamda olunca ağaya yüz verir mi? Anam adamı yüze almadıkça o deliriyormuş. Biz küçüğüz, ebem âmâ, köy ise sahipsiz. Küstah adam cesaretlenmez mi? On altıma girdiğim yıl gardaşlarıma hem ağabey hem de baba olmaya başlamıştım. Gün ağırmadan önce köyün koyunlarını toplar, akşama kadar otlatır akşam eve dönerdim. Ayda bir sefer salma salıp topladığım buğdayı satarak elde ettiğim üç beş kuruşla da geçim ediyorduk… Yazın sonu gelince köyümüzde ekinler yabalanmaya başlar. O günlerde erkeklerin ve kadınların hemen hemen hepsi tarlalara çalışmaya gider. Yine böyle bir mevsimde otlakta olduğum bir gün anamın tarladan döndüğünü fırsat bilen ağa eşkıyası önünü keser ve “Seni almaya geldim Zarife” der küstah bir tavırla. Küstahlığı gardaşlarımın küçük oluşundandır. Ali öne atılır ama gücü yetmez. Zorba herif yandaşlarının yardımı ile anamı zorla alır ve atına sararak köye çıkarken sağ yanına düşen dere boyu devam eden patikayı takip edip dağa, oradan da köyüne götürür. Ali ile Abdullah çaresiz gözlerle izler anamın gidişini. Ellerinden bir şey gelmez. Yardım dilenebilecek kimseyi bulamazlar… Belki diyorum olsa tek atar bir tüfek gidip getirebilirdik anamızı. Ama olmadı. Baş başa kaldık; ihtiyar ve gözleri görmeyen ebemizle.” Adamın ağarmış kaşlarının altındaki yorgun gözlerinin dolduğunu görebiliyordum. Küçük küçük dizlerine vurarak teselli etmeye çalıştıysam da başarılı olamadım. Sanırım onun için yapabileceğim en iyi şey, kesmeden dinlemekti. “Bir bilemedin iki sene sonra savaş bitti. ‘Düşman denize döküldü!’ haberleri tüm köyü sevindirmişti. Ama biz sevinemedik. Çünkü bir yanımız yarımdı. Yeni yeni kanunlar geldi. Uyduk. Ne denildiyse onu yaptık, yapmayın dediler yapmadık. Bu arada bizim köyden olup da cephelere gidenlerden sağ kalanlar tekrar dönmeye başlamıştı. Mıstığın Yaşar döndü. Çakıcı oğlu Hasan tek bacak kalsa da dönmeyi başarmıştı. Fakat sevdalandığı güzel karısını ve oğullarını bir daha göremeyen babam dönmedi. Hangi cephede olduğunu bilen de yoktu duyan da. Dedim ya, tek mirası Çanakkale Cephesi oldu. Senelerce babamın döneceği günü hayal ederek düşlere yatmıştım. Bir ara büyük bir taarruz yapılacağı haberleri gelince zaferle beraber babam da döner ve özlem biter diye ummuştum ama nafile.” “Annene ne oldu, ondan haber alabildin mi ?” “O zavallıyı hiç sorma evladım. Güzelliğinin bedelini zorba bir adamın üçüncü karısı olarak şu dağın arkasındaki köyde zorla alıkonarak ödemek zorunda kaldı. Seneler sonra hayatta olduğunu öğrendim ve gidip buldum. Bir süre ara ara görüştük. Sonra bir gün öldüğünü duydum ve gecelerce ağladım. Halen aklıma gelince gözüm yaşarır. Cenazesine gidemedim ya, en çok da bu koyuyor. Mezarını dahi bilmiyorum işte buna çok kahroluyorum.”
“Allah sabır versin amca. Çok acı bir hikayen varmış.”
“Ya işte evlat… Bu topraklar böyle vatan oldu!”
“Peki sana bir soru sorabilir miyim?”
“Sor bakalım.”
“Sana göre Cumhuriyet ne demek?”
“Cumhuriyet, ne olursa olsun benim ve gardaşlarımın hiçbir zaman yitirmediği umut, anamın Allah vergisi güzelliğinin garantisi, babamın belki de bir daha asla göremeyeceği karısı ve evlatlarına duyduğu özlem demek. Ve tabii ki de mezarının yerini dahi bilmediğim anam demek, babam demek…” S O N Yaşanmış bir olaydan esinlenerek yazılan öyküde geçen çocuklardan büyük olan ‘Nenenin Üsün’ lakaplı rahmetli Hüseyin Korkmazyürek’e, ortancası ‘Takada’ lakaplı rahmetli Ali Korkmazyürek’e ve en küçüğü ‘Nenenin Abdullah’ lakaplı Abdullah Korkmazyürek’e, cepheye gidip de dönemeyen Osman Dede’ye ve güzelliğinin bedelini acı çekerek ödemek zorunda kalan Zarife Nine’ye ve tabii ki zaferle sona erecek olan Türk Kurtuluş Mücadelesi’nin ateşleyicisi, devrimleriyle sahipsiz bırakılan köylüye sahip çıkan, kimsesizlerin kimsesi Cumhuriyet’imizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e ve tüm şehitlerimize atfedilmiştir. Her birine Allah’tan rahmet diliyorum. Emrah ÜÇÖZ 06.12.23 ANTALYA
Ağzına yüreğine kalemine sağlık