Akademik akıl, modern dünyanın kutsadığı bir epistemik tanrıya dönüşmüş gibi görünüyor. Üniversitelerin koridorlarında yankılanan sözde tarafsızlık, derinlemesine bir eleştiriye tabi tutulduğunda, çoğu zaman ideolojik bir yapının kılıcı olduğunu ifşa eder. Makaleler editörlerin beğenisini kazansın diye yazılır; hakemlerin onayı alınmadan bilim dünyasında varlık kazanamazlar. Tezler ise jüriler için hazırlanır; başlıkları, alt başlıkları, dipnotları ve biçimsel kuralcılığıyla bir ritüel sunumdan başka bir şey değildir. Oysa tüm bu süreçlerin arka planında akademik aklın kendi varlık nedenini sorgulamaktan kaçınması yatar.
Bu akıl, kendini nesnellik örtüsüyle kamufle ederken, derin bir öznelci tahakkümü yeniden üretir. Akademik bir makale, formatının dışına çıktığı anda meşruiyetini kaybetme riskiyle karşı karşıya kalır. Tez, jürinin ezberine uymadığı anda reddedilir. Peki, bu durum, bilimsel düşüncenin özgürleştirici bir etkinlikten ziyade kurallara tabi bir inşa olduğunu kanıtlamaz mı? Akademik akıl, düşünceyi paketleyip sunmanın, kalıplara sokmanın, ölçülebilir kılmanın peşindedir. Bu nedenle, gerçek bir felsefi düşünce, akademik dünyanın sınırlarına sığmaz. Derrida’nın dediği gibi, metin kendi sınırlarını ihlal ettiğinde gerçekten konuşmaya başlar. Fakat akademik dünyada, sınırların ihlali, bir hata, bir eksiklik ya da bir başarısızlık olarak kodlanır.
Akademik akıl eleştirisi, aynı zamanda gücün epistemolojik bir araç olarak kullanımına yöneliktir. Hangi makale hangi dergide yayımlanır, hangi tez hangi jüri tarafından kabul edilir, bu kararlar, akademik camianın görünmez hiyerarşilerini ve güç ilişkilerini gözler önüne serer. İdeal olanın ötesinde, bu akıl, çoğu zaman otoritenin yeniden üretiminde bir araca dönüşür. Hakemlerin anonimliği, kararlarının arkasındaki ideolojik veya kişisel yönelimleri örtbas etmeye yetmez. Akademik özgürlük, çoğu kez, hangi kelimelerin kullanılacağına, hangi kaynakların referans alınacağına ve hangi paradigmaların eleştirilmeyeceğine dair bir dizi örtük anlaşma ile sınırlandırılır.
Gerçek felsefi düşünce, akademik onay mekanizmalarına değil, hakikatin kendine sadakatle bağlıdır. Wittgenstein’ın dediği gibi, “Bir problemi anlamak, onun çözümüne götürür.” Oysa akademik akıl, çoğu zaman problemi çözmekten ziyade, onu formata uygun hale getirmekle ilgilenir. Düşünce, akademik kuralların sınırladığı bir alanda tam anlamıyla gelişebilir mi? Ya da felsefe, kelimelerin, dipnotların ve yayın kurallarının ötesinde bir yerde var olabilir mi? İşte akademik aklın temel paradoksu budur: Hakikat iddiasında bulunurken, hakikatin özgürlüğünü kendi kurallarıyla kısıtlar.
Akademik dünyanın entelektüel birikimi elbette küçümsenemez. Fakat bu birikim, düşünceyi özgürleştirmek yerine onu bir tür bürokratik prosedüre indirgediğinde, aslında kendi varoluş amacına ters düşer. Heidegger’in “teknoloji çağında düşüncenin unutuluşu” dediği durum, bugün akademik dünya için fazlasıyla geçerlidir. Akademik metinler, artık düşünmenin değil, bir formatın yeniden üretiminden ibaret hale gelmiştir. Bu bağlamda, akademik aklın eleştirisi, yalnızca bir sistem eleştirisi değil, aynı zamanda bir özgürleşme çağrısıdır.
Hakikat, dipnotların ve makale formatlarının ötesindedir. Eğer felsefe bir özgürleşme etkinliği ise, o zaman akademik dünyanın sınırlamalarını aşmak zorundadır. Belki de yeni bir felsefi dil ve yöntem geliştirme zamanı gelmiştir: Kalıplara meydan okuyan, makalenin editöre, tezin jüriye değil, hakikate yazıldığı bir dil. Ancak o zaman, düşünce gerçekten özgür olabilir.