Thomas Hobbes’un Leviathanı, modern hukukun soğuk ve keskin gerçekliğini felsefi bir aynada yansıtır. İnsanlık tarihinin en karanlık köşelerinden bir ses gibi yükselen bu eser, hukukun özünü ve meşruiyetini sorgular. Peki, bugün bu yansıma ne kadar net? Modern devletin karmaşık mekanizmalarında, Leviathan’ın devasa gövdesi hâlâ seçilebiliyor mu, yoksa hukuk dediğimiz yapı, onun gölgesinde kaybolup gitti mi?
Hobbes’a göre hukuk, insan doğasının kaçınılmaz kaosundan kurtulmanın bir yoludur. Ancak bu yol, bir bedel gerektirir: Özgürlüğün bir kısmından vazgeçmek. İnsanlar, sürekli çatışma ve korku içinde yaşayamayacaklarını fark ettiklerinde, aralarında bir sözleşme yapar ve bu sözleşmenin güvencesi olarak egemene tam yetki verirler. Hukukun ortaya çıkışı bu sözleşmenin ürünüdür, ancak burada bir ironi yatar: Hukuk, kaosu engellerken, egemenin mutlakiyetçiliği üzerinden yeni bir güç tehdidini de beraberinde getirir.
Bugün hukuk felsefesi, bu paradoksun yansımalarıyla meşgul. Modern devlet, hukuku bir düzen aracı olarak mı görmeli, yoksa bir adalet ideali mi taşımak zorunda? Hobbes’un “doğa durumu” dediği çatışma ortamı, günümüzde devletlerin başarısız olduğu bölgelerde yeniden hayat buluyor. Hukukun olmadığı yerlerde, Leviathan’ın yokluğunun kaosa nasıl kapı araladığını gözlemliyoruz. Ancak başka bir uçta, hukuk sistemlerini kontrol eden devasa otoriteler, bireyin haklarını ne kadar koruyor? Leviathan’ın gücü, insanı korurken aynı zamanda ezen bir makineye mi dönüşüyor?
Modern hukuk devletleri, Hobbes’un felsefesinden çok şey öğrenmiş olsa da ondan kaçmak için de çaba sarf etmişlerdir. Demokratik mekanizmalar, kuvvetler ayrılığı, insan hakları ve evrensel normlar gibi kavramlar, Leviathan’ın mutlakiyetini sınırlandırma arayışının ürünleridir. Ancak günümüzde, otoritenin dijitalleşmesi ve teknolojik gözetim gibi unsurlar, bu sınırları yeniden belirsiz hale getiriyor. Leviathan artık yalnızca fiziksel bir güç değil; bir algoritma, bir gözetleme ağı veya ekonomik bir hegemonya formunda karşımıza çıkabiliyor.
Hukukun gücü ve sınırları tartışılırken, bir başka mesele daha gündeme gelir: Hukukun evrenselliği. Hobbes, hukukun yerel bir otoritenin iradesine dayandığını söylerken, günümüz dünyası insan hakları ve evrensel hukuk normları gibi idealleri öne sürüyor. Ancak bu normların uygulanması bile güçlü devletlerin ekonomik ve siyasi çıkarlarına boyun eğebiliyor. Modern Leviathan’lar, hukuku evrensellik maskesi altında kendi iradelerini dayatmanın aracı haline getiriyor. Bu durumda, hukuk gerçekten evrensel bir adaleti mi temsil ediyor, yoksa sadece yeni bir güç oyununa mı hizmet ediyor?
Hobbes’un karamsar vizyonu, adaletin değil düzenin peşindeydi. Ancak günümüz hukuk sistemleri, bu ikisi arasında bir denge kurmak zorunda. Hukuk, sadece çatışmayı engellemek için değil, aynı zamanda bir ahlak taşıyıcısı olmak için var. Ancak burada bir başka soru ortaya çıkar: Hukukun ahlakiliği, Leviathan’ın gücünden mi gelir, yoksa bireylerin vicdanından mı? Modern hukuk, Hobbes’un çizdiği karanlık manzarayı aşabilmek için yalnızca düzenin değil, özgürlüğün de teminatı olmak zorunda.
Adalet, Hobbes’un tarif ettiği gibi bir korku düzeninden mi doğar, yoksa özgür bireylerin ortak iradesinden mi? Bugünün Leviathan’ı, bu soruların cevabını hâlâ verememiş gibi görünüyor. Ancak şu bir gerçek: İnsanlık, hukuku her zaman adaleti arayan bir araç olarak görecek ve bu arayış, Leviathan’ın gölgesinde bile sürmeye devam edecek.